083 - 19 Nisan 2002 Cuma

Slm ve Slm sevgideğer candaşlar,


“Etimoloji - Araplar - Sünnet - Kur’an Okumak” Yukarı

Her dil hologramın bir parçası olarak mutlaka diğeriyle ilgilidir. Eğer dili değil de dile yüklenen nosyonları anlayabilseydik, TEK dil konuşurduk. Ama kelimelere yüklediğimiz KAVRAM "bize özeldir", yani evrensel değildir. Hatırlarsanız, Türkmenistan Türkçesinde “kıçıma don giydim” demek, “belden aşağıma donanım=pantolon giydim” demek... Biz bunlara gülerken onlar işin doğrusunu yapıyorlar.

Çünkü belden yukarı giyilen şeye “köynek” (gömlek), belden aşağı giyilene de “DON” deniyor (Bildiğimiz don/slip/şort>>>”Tuman”dır. DON pantolon demektir). Şimdi burada AYNI dili konuştuğumuz halde, başımıza gelenler komik olacaktır. İskele sancak gibi geminin kıçı ve başı vardır. Ama bu kıç popo demek değildir. Kemerden aşağı ayak tırnağınıza kadar olan bölüm “kıç”tır. Kemerden yukarısı “göğüs” (köynüs)dür. Bir de baş (başa, paşa) vardır.

Kur'an'da böyledir işte... Orijinal bir Orta Asya diliyle indirilseydi, batılı Oğuzlar olarak "kıç" kelimesini kullanan bir Allah'ı anlayamayacaktık. Hele ki Kur'an İstanbul Türkçesi ile inseydi, biz KUREYŞLİ ambargosu uygulayacak ve kıç , don kelimelerini Kur’an'dan atacaktık. Yani mealini başka verecektik. Bizim alfabemiz 29 Harf, oysa Azeri ve Çağatay alfabeleri 32-37 sesten oluşuyor (Azerice'yi izleyenler bilirler). Biz de Kureyşliler gibi tutup onu 29 harfe indirecektik. Mesela Q harfini atacaktık. Oysa Kadı ve Kedi derken ikisi ayrı iki K'dir, vs. vs. Bu kez Rabbimiz "El Etrakü... " (Türk’ün çoğulu Etrak’tır) diye bizi aşağılayacaktı. İyi ki Türkçe gelmemiş Kur'an... Araplar ile biz yer değiştirirdik. Allah bu kez bizi aşağılardı.

Muhacir ve Ensar'ı Allah ayırmıştır ayetlerde... Özellikle Tevbe suresinde ikisinin de yerlerinin FARKLI olduğunu; Mekkelilerin "Kafirlikle, münafıklıkla” suçlanmalarına karşın, Ensar'a (Medineliler'e) büyük iltifatlar vardır. Ve Buna Yesrib mucizesi deniyordu. Medine, "uzaktan" kendi kendine Müslüman olmuştur ve hiç tanımadığı Resulullah'a biat etmiştir. Düşünürseniz bu MUCİZEdir! Yahudi iki kabile dışında tüm MEDİNE müslüman olmuştur. Allah onları "uygar" diye niteleyince o kentin adı "MEDENİ" anlamında Medine olmuştur.

Ömer de öyle hışımla kızkardeşi ve eniştesinin "kellesini" BİR DARBEDE kesmek üzere doldurulmuş ve gönderilmişti. Ama O sırada İKRE (Oku) suresi hem de orijinal biçimiyle okunuyordu. Dondu kaldı... "Oku esmeyla Rabb’inin... Ve Ömer'imiz Müslüman oldu. Kılıç bu kez İslam düşmanları için bela oldu. Allah dilediğine hidayet verir ANINDA, dilediğini de ANINDA şaşırtır.

Bu kadar kişi boşuna mı MESİH ve MEHDİ oluverdiler? Şaşırılmaları zamanı gelmişti çünkü... İçlerindeki hinliğin açığa çıkması gerekiyordu. Milatyum gelince işte böyle şaşırır bazıları...

Bizler MEDİNELİ'yiz. Yani medeniyiz. Kavramlardan söz ediyordum. Kavramları anlatırken, bir bakıma, Mekkelilerin niçin Kureyşçeyi, ticaret ve edebiyat dili olarak zaten var olan ORTAK ARAPÇA yerine koyduklarını, on harfi Kur'an'dan sildiklerini de anlamış oluyoruz. Halbuki Allah "ARAB" ve "KUREYŞ" i ayırmıştır. Kureyş suresi vardır: Arap suresi değildir o... Kureyşçe'nin hakimiyetine giren Arapça Kur'an ona göre tanzim edildi. On harf (G, J, Ç, P, Ö, O, Ü vb.) atıldıktan sonra HAREKELENDİ Kur'an ve Kureyşçe öncesi ASIL KUR'AN bir anlamda lehçe faşistliğiyle yok edildi. Kufi ve köşeli olan Nıbti alfabesi sülüs, celi ve talik yazılara çevrildi. Harften daha çok noktalama kondu. Artık harekeden ve işaretlerden gerçek harfler görünmez oldu. Başta, ortada, sonda AYRI AYRI yazarak, yeryüzünde görülmemiş bir alfabe icat ettiler. Keyfi olarak “Hı”, “Cim” vb. nin keyfi koydukları kuyruklarını, el yazısında yazamadıklarını görünce bu sefer o çengelleri de attılar, hatta “ayn” denen koskoca bir harfin çengellerini kaldırıp, “elif” üstünde “Hemze” yaptılar...

Öyle şaşkınlardı ki Allah adında sanki “AL”(İngilizce the) harfitarifmiş gibi, getirip “lam” üzerine “şedde” koydular. Ve o yazılan Allah değil ALLLLAH oldu. Ama bunlar ğalatı meşhurdur. Hep derim ya: “Şakkı Kamer” yaptılar “Sakkı Kameri”. Ay bölündü, al sana mucize! Ötekisi Ay'a iskan edildi, yerleşildi demek... Hangisi MUCİZE siz söyleyin Allah aşkına? Bence “TABAK-en TABAK”, kademeli roketlerle, gelecekte de TABAK (UFO) bile bildirilmiş. Çünkü Tabak ARAPÇA değildir, Sanskritçedir. Nitekim Farsça (Sanskritin en batı ucu) “Tabekçe”=”Tabak” demektir ama Arapça'da “tabak” yoktur. Ayet ise “Tabaken Tabak” diyor... Farsça sözlüklere bakarsanız, Kur'an'ın TABAK denen Hind dilini kullandığını görürsünüz. Kur'an dili grameri Arapça fıshı üzerine EVRENSEL bir dildir.

Arapça ve Farsça akraba değiller, aynı kaynaktan çıkan başkalaşmış dillerdir tüm diller. Ayrı ayrı denizlere dökülmüşlerdir. Orta Asya içdenizinin kuzeyinde yaşayan Turanlılar da Tabak ve Kapak kelimelerini kullanıyorlardı. “Kab”, “kap-kacak”, “kep”, “kebenek” (örtü). Yani “cup” ile “kap” aynı şeydir. Ama İngilizce ile Türkçe akraba değildir... Kaynak aynı sadece. Çobanın örttüğü “kebe”, dükkanı kapattığımızda çektiğimiz “kepenk”, HEP “KAPAMAK”. “Kep” Türkçe. “Cap” de var İngilizce. Hatta bizim “kebe”miz karşılığında “cape” bile var. O ise “capo”dan geliyor. "Burun" diyorlar yanlış... Limanlar “KAPI”dır, “Cape”>>>”KAPI”dır. Bu ilintilere rağmen diller birbirinin akrabası değildir. Portekiz>>>Porto (Liman, giriş yeri) GAL (Galyalıların), Portugal. “Gal Kapısı” demek.

Şöyle bir derinlemesine girseniz, kavram kargaşası yerine NOSYON birliği doğuyor... Meşhur yanlışlar insanı kandırır. Allah üzerindeki GEREKSİZ şedde gibi... Artık onu atamazsınız. O yanlış ile birlikte Kur'an'ı Kur'an yapar zihnimiz... Alfabe oluştururken, “s” harfi üç tane ama “ş” bir tane olduğundan aslında “s”lerden birinin üstüne konan üç nokta “SİN” ile “ŞIN”ın bugün de karışmasına neden oluyor. “Şecere”>>>”Ağaç” ama “Secere” (Farsça ve Osmanlıca) yine ağaç. “Secere” mi, “Şecere” mi? “Sakkı Kamer” mi “Şakkı Kamer” mi? Yanlışlar çok büyük: Güneş “ŞEMŞ”, yani iki tane ş ile yazılırken oldu sonradan “ŞEMS”, yani ikinci “ş” yerine “s” geldi. Halbuki orijinali “Şamaş” ya da “Şamş”dır, bilen bilir... Bunlar, Kur'an toplandığında oldu... Çok eskilere dayanmıyor... Ve şu meşhur yanlışları asla zihinlerden söküp atamazsınız.

Yurtdışındayım ve Cuma'ya gideceğim... Adamlar beni turist niyetine camiye içeri bırakmıyorlar... Onbeş yıl Almanya'da yaşamış, daha benimle Almanca konuşamıyor. "Du bist Cenabet" diyor, "Du bist Kâfir" diyor. Ben de ona diyorum ki, (Freiburg'da Kahdelhoff sineması vardır. O sinemayı, Cuma günleri camiye çeviren BENDİM) “Bırak beni kardeşim, ben Müslümanım”. Adamın üzerinde şalvar, başında sarık, sakallar... Belinde kuşak, kolunda bilezik gibi tesbih, üstünde kaftan vb. Beni süzüyor ve şöyle diyor: “Neden Resulullah gibi giyinmiyorsun? Biz birbirimizi bu üniformayla tanımak zorundayız. Bu ceket, kravat ile namaz ve sünnet olur mu?". Sakallarım da top sakal ya, "Yahudi sakalını bırak, benim gibi sakal uzat. Saçların da uzun" dedi. "Sence Resulullah senin gibi mi giyiniyordu?". “Elbette" dedi, "Tıpatıp aynı!".

Resulullah'ın hiç şalvar giymediğini, her Arap gibi beyaz ENTARİ giydiğini söyledim. Yanıtı şöyle, "Olur mu öyle şey!". Resulullah'ın ve Arapların tamamının entari giydiğini, Arapların aynen (Örneğin Hulki Cevizoğlu gibi) sakal bıraktığını söyledim. Hatta oradan geçen Arap turistleri de gösterdim, sakalları da benimki gibi top biçiminde idi. “Resulullah böyle giyinirdi" dedim. “İyi bak... Sarık hiç takmadı, Arap kıyafetinde sarık yoktur. Onları bizim ressamlar falan çiziyor, bir de kostüm bilgisi olmayan sanat yönetmenlerinin çevirdiği filmlerde var sarık”. “Resulullah tüm savaşlara şehidleriyle birlikte tıpkı İskoçyalı gibi etek ile katıldı”. “Resulullah'ın elinde asla ve asla bir tesbih görülmemiştir” (Olsaydı, Topkapı Emanetler Dairesinde olurdu, biz de bakardık). Hristiyanlarda ve onlara veren Yahudilerde tesbih var. Takke de öyle geçti... Rahibe türbanı ve cilbabı da öyle geçti bizim karaçarşaf oldu. Haniflik hariç her Yahudi adeti geliverdi.

Haniflik kelimesini bilirlerdi Yahudiler. Beni İsrail ile Yahudiler AYNI değildir dersem şaşıracaksınız. Haniflik, İsmail ve İsrail'de bitti. Onun üzerine zaten Tevrat ve Zebur hatta İncil indirildi. Ve de Kur'an... Kur'an'a uyduğunu sananlar ise Hanifliği asla BİLEMEDİLER... 1200 yıldan beri bir tek HANİF kişi ve HANİF ESER veren var mı? Hanifliği Allah ve dolayısıyla BİZLER kadar öven ve benimseyen birine daha rastladınız mı? Ben rastlamadım! İhyayı Ulumiddin içinde yani 20 ciltte tek bir Hanif kelimesi yok! Hanefi çok, Hanif yok. Hambeli çok Hanif yok. Tabutüssekine gibi bir yerde gömülü kaldı, Nuh'un gemisi gibi kayıp oldu Haniflik...

Din varsa mezheb yoktur. Mezheb varsa din yoktur. Yesevi, Dede Korkut’un öğrencisiydi. Elbette Hanifti. Onun tüm yetiştirdikleri de "İntikamını alan şairlerdir". Yani lanetlenmeyen Allah aşıkları onlardır. Ama Süleyman Çelebi lanetlidir. Çünkü Hamdu sena ettiği methiyeler naatler dizdiği tek kişi Resulullah'tır ve annesidir. O Allah'ı girişte üç mısra yapmış, sonra asıl Allah'ına hamd etmiş... Onunki beşeri aşk! Nur'u Muhammediye de inanır onlar. Bu yanlışlar günlük hayatımızda da süregelmektedir.

Adamın giydiği mesmerg denen (Kürdistan'dan İran, Afganistan, Pakistan'a kadar) bir şalvar. Sakallar Resulullah'ın değil! YAHUDİ HAHAHAMLARIN SAKALI. Resulullah'ın sakalı (ki kutsal emanetlerde) kısadır. Adam Afgan (Fars ve Kürt) kıyafetini SÜNNET diye yutturuyor. Adam entari giymiyor, benim sakalıma YAHUDİ diyor.

Resulullah saçlarını iki yanda örecek ya da arkada bir kuyruk yapacak biçimde uzatmıştır. Bir kere de tamamen kazıtmış, yine uzatmıştır. Hangisi sünnet bunların? İşimize gelen mi? Aynı zamanda Yahudiler de Ehli Sünnet Müslüman oluyor böylece...

ALLAH ismi celali asla tanımlanamaz. Ne çoğul olabilir, ne de "şu anlama geliyor" denemez, ŞEDDE'de konamaz. "Semi=Duyar, Basar=Görür" deriz ama, Allah=İlah diyemeyiz, çünkü İnsanların ilahı diyor ayette kendine, İnsanların ALLAH'ı demiyor. Zatından söz ederken ya HU=o diyor, ya da "Rabb’iniz" diyor. Allah'ımız derken ben bunun için böyle yazıyorum. Allah'ımız, yani ben sahipleniyorum. Allah aşığı bence uygun değil. Allah tanımlanamaz. Allah=O yani üçüncü tekil şahıs olarak tanımlanır. “De ki o Allah bir tekdir, Samed (tek kutuptur) doğmadı doğurulmadı...”, vs. İşte İhlas Allah'ın yarattıklarını değil de kendini ANLATTIĞI istisna bir suredir ve asıl yeri ise Bakara bitiminin hemen arkasındadır. Sanki 287. ayetmiş gibi. Onun için ben ikisini birlikte okurum çoğunlukla.

Rab Sanskritçe, Allah sadece Kur'an'ca. Hak >>>Tüm Sami dil ailesinde “hakikat”i anlatır. Gerek İbraniler gerekse Araplar, Rab kelimesini ataları olan İbrahim'den İLK KEZ öğrendiler. Uzaktan da olsa RA (Güneş) ile ilgili bir kelimedir RAB. Münevver, öğretmen aydın anlamında. Veli, bakıcı anlamında, mürebbiye bile diyenler var. Terbiye eden anlamında. RAB aslında tek “B” ile yazılıydı. Ama KALKALE denen soytarılık abartılınca oldu iki “BB”, böylece Rebab dermiş gibi, Rab>>>RuBuBiyet falan gibi uydurukçalar da doluştu dinimize.. İdgam, Ğunne vb. sadece "KONSERVATUAR" öğrencisi olan din görevlilerimiz için bir ŞAN yani şarkı kurallarıdır. Ben Kur'an'ı öyle okumam. “SabRRR”, “asRRRR”, “husRRRR”, bunlar abartıdan ve teğanniden başka bir şey değil. Dil rahat konuşulmalı... Kendimi sıkacağım “Sab” diyeceğim önce. Sonra arada “ı” olmadığı için durup uzun bir “RRRR” diyeceğim. “Sab+RRRRR”.

Günlük hayatta böyle konuşulmuyor ki? Kalkaleler yapaydır. Dünyanın hiçbir dilinde vurgu EN SONA vurulmaz. İtalyanlar üç heceden ikincisine; Almanlar birinci heceye, Türkler tamamen vurgusuz okur. İngilizce tek heceli olduğundan her heceye vurgu yapılır. Ama Arap (Kureyşli) gider, bitmiş cümlenin sonuna vurgu koyar. “Vel Asr”... Cümle bitti derken, “Vel as+RRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRR”, yani R kükremekten “Vel asr” kaynadı gitti. Bunlar doğru şeyler değil. Orada gizli bir “ı” vardır ve çok kapalıdır. “HRVAT” (Croat) derken “HRVAT” ilk ikisi arasında “Hırvat” olarak gizli bir “ı” vardır ve “sabır”da da bu çok kapalı “ı” vardır. Kureyşliler onu yok etmek için basmışlar kalkaleyi “RRRRR“diye. Ve biz sanıyoruz ki Allah'ımız semadan onu öyle matbu ve sesli olarak indirdi. Kur'an bir vahydir (fısıltı gibi telepatik). “RRRRRRR” diye kükreyip inemez ve inmemiştir. Nunlatacağım diye 12 tane “NNNNNNNNNNNN” denmemeli. “İnnnnnnnnnnnnnnnnnna...” diye şarkı başlıyor...

Kur'an saba ve zerguleye uygun gerçekten. Onu annemizin ninnisi gibi usulce ve yumuşak okumalıyız, eğer o anlamda okunacaksa... Ben Kur'an'ı makamıyla da okuyorum (müzisyenim aynı zamanda) ama İYİCE OKU'yup anladıktan sonra makamıyla okuyorum ve bu beni dinlendiriyor. Düşününce yoran Kur'an, bir bakmışsın ki, "ninni" gibi kadife olarak sizi dinlendiren bir başka huzur kaynağı oluyor. Benimki, sadece kafa sesiyle (göğüs sesi ile değil) kendimin duyacağı kadar ve onun doğal 1 ve 0'larına (aruz) uygun okuyorum... Hani Jazz ve Blues nasıl ki bir DOĞAÇLAMA ise, notaya bağlı değilse, Kur'an'da bir Blues'dur. Hüzünlü değil, coşkulu değil, rahatlatır sadece.


“Rüya” Yukarı

Jana beyin okur. Hatta rüyaya da girer... (Rüya görme merkezini manüple ve irrite edebiliyor). Soruyorlar: “O nasıl manüple edilirmiş olur mu öyle şey?” Yahu Geller kaşıkları bükerken bir şey demiyorsunuz, Jana kaşık bükmeden, rüyayı güdümlü yapabiliyor dersem itiraz ediyorsunuz. Nörolojik yorumdan çok elektronik yorum demek gerekir. Snapslardan kurulu ağı HDD gibi düşünürsek, monitör (ki dpi, solüsyon vb.) burada göz oluyor. Göz açıkken DIŞA bakıyor. Yani sinirlerdeki piyon elektriği görme merkezinden göze doğru (içi+dışı olmak üzere)... İşitme merkezinden de öyle. Yaşarken rüya görünmüyor ama ölünce (ki uykuda ölürüz), REM denen hızlı göz hareketleri hemen "Düş görme merkezini), yani o gündüz uyuyan merkezi UYANDIRIYOR. Bu kez düş görme merkezi görme merkezinin görevini devralıyor. Monitör kapalı ama güç koruması ya da screensaver ardında HDD çalışıyor. Monitörü açmadan da (gözleri açmadan da) bilgisayar NORMAL işlerini görür (mesela disk birleştiricisini kullandığınızda ya da uzun bir programı indirdiğinizde monitörü kapatabilirsiniz, o geri planda çalışır).

Şimdi gelelim önemli konuya: Düş nedir? Düş şudur: "Biz GÖĞE düşüyoruz", yani elektrik alanımız yatakta CESET olarak yatarken, magnetik alanımız ise SIFIRDAN KÜÇÜK bir kütle olarak (Mesela V-1 kg eksi kök gibi gökçekimine (Parapsikolojideki adı levitation) tabii oluyor. Göğe dipole olup düşünce eksi bedenimiz (zihinsel boyut) kendine uygun olan koordinatları oluşturur. Benim yatağım x, y, z’den oluşuyorsa, "yukarıdaki yatak" ise bunların imajiner olanlarından oluşur. Ben nasıl ki burada bir elmayı gerçek olarak yersem, öteki BEN (zihinsel boyut, bilinç boyutundan oluşan bedenim) de KENDİ elmasını yiyor. İyi ama adı da RÜYA oluyor. Rüya uyku denen ölümdeki 5 duyumuzdan ibarettir. Yani bedene ihtiyacımız olmadığını, aslında beynin aracı olduğunu anlatan bir MİSAL'dir ve Allah Haniflik kadar, misallerin çözülmesini de çok sever. Bu bizim öteki dünyada ÖLMEYECEĞİMİZİ gösterir. Yani kabirde yaşamın süreceğini anlatır. Rüyayı gören UYKUDAKİ cesedimiz değil... Bedene ihtiyacı yok ki... Beden sadece bizim (BARDAK=NEFSİMİZ) olarak rezerve edilmiş BİLİNÇ denen evrensel okyanustan bir içimlik şey.

Rüyada koku ve lemis de var. Çoğu insan uyanınca mesela, "mis gibi kokan portakalı” hisseder. Hala burnuma kokuyor der. Rüya ve telepati birbiriyle bağlantılıdır. Ayette babası Yusuf için "Sanki Yusuf'umun KOKUSUNU duyuyorum” diyor... Ve Peygamber yaşlıdır ve bir anlamda da gözleri körelmiştir. Koku, tad ve hatta dokunma duygusu bile süregen bir telepati gibidir. Rüyada yüksek bir yerden aşağı düşersiniz, uyandığınızda düştüğünüz yer acıyordur ve düşmediğiniz halde acıyordur.

Düş görme merkezi EVRENSEL BİLİNÇ BOYUTUNUN içinde herşeyi (Dejavu dahil) görür. Yarını da görür: Çünkü o evrensel TEK BİR BİLİNCİN üyesidir. Yarını rüyasında görüp de "Ben bu anı sanki yaşadım" der insan. Haberci rüyalar var, şeytani rüyalar var, absürt rüyalar var, karabasan kabusları bile var... Her biri ayrı bir mekanizmadır. Yani rastgele snapsların birbirinden etkilenmesiyle (satranç oynar gibi, 40 adım ötesini şimdiden göreceksiniz) tuhaf rüyalar vardır ve anlamsız gelir insana... Aslında onlar da bir mesaj testidir. Yani kalite kontrolü yapılıyor ama bize saçma rüyalar gibi geliyor. Rüyada gözden beyindeki düş görme merkezine tersinen bir akım vardır. Dışa “Nazar Değmesi” olarak vuran bu akım, içeride de DÜŞ kurgular. Düş>>>Hologramın bir parçasıdır, yani o akım bir “Laser Beam”dir. Nazar olarak değebildiği gibi, negatif NAZAR yani DÜŞ olarak da ortaya çıkıyor. Kötü yürekli isek, başkalarına nazar değdirircesine kendimize de zarar veririz.

Geri Dön     Yukarı