REFERANS – 7
«ADİYAT» : AT YARIŞLARI MI?
Mümin-abit-arif-alim sıralamamız asıl alındığında, Kur’an’ın anlaşılması da bu sıraya göre olur.
Kur’an okur-yazarı olmayan bir mü’min, Kur’an’a hiç anlamadan huşuyla baksa bile, Resulullah’ın «ÜMMİ» olmasının yüzü suyu hürmetine, bu magnetik kitabın görünmeyen ilahi titreşimleri ile regüle olur. Gönlündeki safiyete göre, muhtemelen ilk rüyasında bu ayetleri canlı bir sahne olarak görecektir. Abit, sadece Kur’an’ı anlamadan hatmedip, okusa ya da hafızı olsa, bu dili hiç anlamadığı halde beynindeki «İşlevi bilinmeyen» 6500 kadar «Merkez» birbiriyle koordine olur (Harf adedince melek tahsis edilir ve kümeleşip, bir matristik yapı oluştururlar).
Arif, yani bilge kişi ise bunların da üstündedir: Hem mü’min, hem abit, hem de arif olduğundan «ÜÇ KATLI» bilinç akışması oluşur. Çünkü mü’min ve abit gibi «Anlamadan» değil anlamaya çalışarak, AKIL-İ’ZAN mekanizmasını kullanarak, hiç değilse Kur’an’ın kendi çağına düşen yorumuyla tanışır. Bu arada «Bilgisiz”likten kurtulur. Oysa mü’min ve abitin bilenlerden olması gerekmez…
Kur’an’ın apaçık kitap olması, elbetteki ariflere «Görendir, yani abit ile mü’minin anlayamayacağı Kur’an arif tarafından «Açık edilir…”
Alim ise, hem mü’min, hem abit, hem arif ve üstüne üstlük alimdir. Dolayısıyla dört katlı bir akış diyagramı vardır. Bunun daha üstü yoktur. Çünkü «şehitten de üstün» ayrıca, Allah’tan korkuyu yalnızca o yaşar, Allah’ın özel mesajlarını yalnızca kendisi anlar.
Fakat, bizler, alim olmaya gerek kalmadan, Kur’an’daki bir kısa sureyi «SALT İRFAN» yani arif akıl-i’zanıyla çözümlemeye çalışalım:
Seçeceğimiz sure «ADİYAT» olup, bunu seçmemizdeki neden, surenin Cifirdeki tarih çarkının DELV (Kova) yılına düşmesidir ve bizler bu çağın şu anda tam geçişindeyiz. Bu çağ, Uranüs gezegeninin son geçtiği ve dünya tarihinde General Washington’un İngilizlere karşı ABD istiklali için savaştığı yıldır. Uranüs’ün dört kez geçmesiyle yani 2025 yılına kadar sürecek olan «Adiyat”, bu yıllar boyunca TEKNİK SİMGE olarak kalacaktır.
Önce, surenin beş ayetini ve (piyasadan rasgele alınmış bir mealden) Türkçesini sunalım. Daha sonra da «ARİF» olup, asıl mealini çağımıza göre bulalım:
- BİRİNCİ AYET: VEL ADİYATI DABHAN
VERİLEN MEAL: «Cenk meydanında soluk soluğa koşan atlar hakkı için.”
Oysa ne cenk meydanı, ne at, ne de atların soluk soluğa koşması ve ne de «Hakkı için» diye hiçbir Allah kelamı orijinal ayette yok. Sadece surenin inme nedenine (Esbab-ı nüzul) bakılarak, o dönemde atlarla (süvari) kazanılan bir zafere saplanılmıştır. Oysa o savaşta DEVE ve süvarileri de vardı. Dolayısıyla «Adiyat”ın yalnızca at olması mümkün değildir…
Fakat «Adiyat» terimi, «AT GİBİ, ATIN YAPTIĞI FİZİK İŞGÜCÜNE DENK» demektir, ama AT değildir. Örneğin bir filin yaptığı iş için «Beş Adiyat kuvvetinde» denirdi fakat AT kullanılmazdı. Niçin «ATIN İŞİ» deniyor ve BİZZAT ATIN KENDİSİ denmiyor?
Şimdi akıl-i’zan denen yorumlama gücümüzü kullanalım ve çağımızda böyle bir kelimenin karşılığının olup-olmadığını arayalım. İngilizcesi Horse Power (HP) ve Almancası Pferde Storke (PS) olan, şimdi çağımızın motorlu araçlarında aynen BEYGİR GÜCÜ (BG) diye kullanılan fizik iş birimi AT ile değil, fakat bir atın kıstas (ölçüt) alınmasıyla ortaya çıkan ve ata ihtiyaç göstermeyen motor güç birimidir.( Nasıl ki ampulün watt değeri için örneğin «60 mum» diyorsak, beygir gücü de böyledir.)
O halde ALLAH, bu «Beygirgücü» birimini 14 yüzyıl önceden bizlere bildirmiştir ve biz farkında olmadan BEYGİR GÜCÜ=ADİYATI günlük hayatta, uçak, otomobil, gemi, uzay endüstrilerinde kullanmaktayız.
Adiyatın kusursuz anlamı, «At çekmediği halde, kendiliğinden o güçlerle giden binek hayvansız bir araç» demektir. Fakat geçmiş çağ insanlarından böyle düşünmeleri beklenmezdi. İlk akla geleni «Abit» gözüyle «Soluk soluğa atı koşturmayı» düşünmek yerine «Arif» gözüyle bir daha yazalım:
VE BEYGİR GÜCÜ DABHAN (dan söz edeyim)
DABHAN, bir şeyin soluk soluğa koşması değil; örneğin bir ağır kayanın yokuş aşağı hızlanması, yani İVMELENME, yani beygir gücü içeren aracın motorunun vites ya da hız olarak inişli-çıkışlı değişken olmasına işarettir. Bir at çekmediği halde araba kendiliğinden beygir gücüyle ve giderek artan bir hızla ivmelenmektedir. İşte «VE“, «ADİYAT» ve «DABHAN» denen üç kelimeden oluşmuş bu ilk ayette, piyasadan rasgele alıp koyduğumuz bir tefsirdeki hiçbir sözcüğün geçmediğini; Allah’ın başka, (mealci) kulun başka bir şey söylediğini irfanımızla anlıyoruz…
“VE“, Türkçede de kullandığımız «ve» bağlacı olup, burada «Hakkı için» gibi bir karşılığı yoktur. Sadece CİFİR’de, bir başka yerde olan bir başka ayetin devamı olduğunu «BİLENLERE» gösterir.
Birinci ayet topluca «VE BEYGİR GÜCÜ İVMELENEN (nesne)» demektir. VE kelimesi daha önce askeri taktik amaçlı bir Cifir bağlantısından geldiği için, ayrıca askeri anlam da vermemiz gerekmektedir. Nitekim günümüzde «SÜVARİ» birlikleri artık atlarla, katırlarla değil; tank, zırhlı taşıyıcı, yani atların değil de onların beygir güçlerinin ve «Süvari» kelimesinin miras kaldığı, atların çekmediği fakat otomotiv sanayiinin BEYGİR GÜCÜ ile değişik hızlarda olabilen motorize birliklerin tanımını yapmaktadır.
O çağlarda akıl bile edilmeyen böyle bir şeyi, günümüzün müfessiri çoktan akıl etmeliydi, sevgideğer okurlar… Müfessire bir suçlama yöneltmiyorum, isim de önemli değil; sadece rasgele bir düzine Kur’an tefsirinden ya da mealinden gerçekten gözü kapalı olarak bir tanesini aldım ve alıntı olarak sundum. 70 kadar Müslüman ülkede hemen her birinde mutlaka «Mealler» bulunur ve hemen hepsi de aynı açmaza düşmüşlerdir. Dolayısıyla benim teessürüm, sadece Müslüman aleminin bir ortak meali-tefsiri olmayışından…
- İKİNCİ AYET: FEL MÜRİYATI KADHAN
VERİLEN MEAL: «Tırnaklarıyla taştan ateş saçan atlar hakkı için…”
Görüldüğü gibi «Atlı muharebe saplantısı» tefsircinin hamasi ve duygusal, şiirsel ifadesinde sürüyor. Oysa mantık hataları için akıl-i’zan mekanizmasını hemen kullanmak gerekir. Örneğin, atlarda tırnak değil; toynak bulunur. Üstelik o çağda «Nal» denen metal tesviye bilinmiyordu. Tam tersine, at ayağına torba gibi bir şey geçirilerek, sert zeminle temasının yumuşatılmasına ya da kuma gömülmemesine çalışılırdı. Böyle bir düzeneğin, değil taştan kıvılcım çıkarması, kıvılcım çıksa bile soğurucu etkisi vardı. Ama, gel gelelim, aslında burada zikredilenlerin hiçbiri yine bu üç mübarek orijinal kelamda bulunmuyor.
“Fel muriyatı kadhan» demek, bir önceki beygir güçlü, ivmeli motorize nesnenin, SADECE BİR YERİNDEN ATEŞ BIRAKTIĞI’dır. Roketler, egzostlar, namlular bu iş için hemen akla gelen «Ateşi bir yerinden salan, fakat şiddetle, büyük bir tepkimeyle ateş bırakan» anlamındadır. Kadhan’ı en basit anlamak için şişirip de iple bağlamadığımız, sonra birden serbest bırakıp, TEPKİLİ BASİT MOTOR olarak kullandığımız bir balonlu deney gibi düşünmeliyiz, işte buna bir de ateşli yani yanma tepkimeli bir egzost eklerseniz, ortaya jet ve füze prensibi çıkmış oluyor. Dolayısıyla bildiğimiz tepkili uçaklardan, uzay mekiklerinden roketlerden başka askeri anlama da ulaşıyor ve tüfek mermisinden ROKET–ATAR’dan başlayarak, kıtalararası dev balistik füzelere kadar bütün BALİSTİK araçların, önceden haberi verilmiştir.
Bu araçların beygir gücü yüksek motorlarla ve giderek ivmelenen atış fiziği ile olan ilişkisi ortadadır. Fakat bunların pervaneli değil; yakıt tepkimeli füze prensibiyle işlediğini de iki ayeti birleştirince anlıyoruz.
- ÜÇÜNCÜ AYETTE VERİLEN MEAL: «Sabah vakti baskın verip…”
Bu ayet aslında İMSAK zamanı biçiminde çevrilmelidir. (Ayrıca iki süper devlet güç arasında hem gündüz-gece farkı vardır, hem de Bering Boğazı’yla komşu oldukları için farksız saat vardır) Bunun anlamı kıtalararası ve orta menzilli balistik nükleer roketlerdir.
Basit çıkarmalar askeri taktik gereği, örneğin yazın sabaha karşı 03.00 ila 04.00 arasında zamanlanır. Çünkü gündüz, çıkarma yapan taarruzdaki birlik, savunan muhkem birliğin karşısında şanslı değildir ve % 80’e varan zayiat verir. Ama sabaha karşı çıkarma yapıldığında, taarruzdaki birliğin hem alacakaranlıkta gizlenmeye, hem de gün ışığının örttüğü göremediğimiz, ateşli silah yuva ve mevzilerinin namlu ağzından çıkan (kadhan budur) ötesi görmeleri ve böylece o odakları tespit etmeleri çağımızın askeri bir stratejisidir. Ne var ki, Kur’an bunu 1400 yıl önce (Bu kadar önemsemeden meallerde hemen okuyup geçtiğimiz ayetlerde) bildirmiştir.
- DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ AYETLERE YAKIŞTIRILAN MEAL: «Ayakları altından toz kopararak, onunla düşman ordusunun arasına giren atlar hakkı için…”
Kısaltarak sadece şöyle söylemek isterim: Ayette «Eğik atış, ivmeli atış» anlamıyla özdeşlenen PİKE YAPMAK vardır. Fakat meal veren kimse bir atın uçarak, havalanarak düşman gerisine düşmesine bir anlam veremediğinden «İçine dalmak, içine girmek» cümlesini seçmiştir. Dolayısıyla atlar da «tozu dumana katmaktadır”.
Oysa ayette bildiğiniz toz değil; tam hakkıyla «ETKİ» olan atışa, «TEPKİ» olan patlama ve bunun çıkardığı infilak bulutu anlatılmıştır. Özellikle DUMAN çıkaran bir at düşünülemez.
Beygir güçlü, ivmeli, bir yerinden ateş çıkararak gelen tepkili aracın, tepeden PİKE yaparak, düşman cephesinin arkasına, onların içine, ortasına düşerek, daha sonra patladığını ve bir patlama bulutu çıkardığını çağdaş akıl ve i’zan ile anlayabiliyoruz.
Toz-dumana bir örnek de sis bombası ya da kamuflaj sisleri olabilir ama, kesinlikle «Atla işe gidip gelmediğimiz» bu çağda, toz-duman kaldırmak diyemeyiz. Gerçekten çağımızın mealcisi artık atıyla işine gitmiyor. Bunun yerine (örneğin) 60 beygir gücündeki, hiçbir atın çekemediği, kendinden motorlu ve değişik vites hızları olan, egzostundan yakıt yanığı bırakan otomobilini kullanıyor. Bir de mealler bu çağın gerçeklerine göre yazılsaydı!..
Bir mealci, okuyucusunu kendi çevirisiyle kısıtlar ve şartlandırırsa, Müslüman doğmuş okuyucu bile, işin aslını anlamaz ve -haşa- «Allah ne kadar basit konuşuyor, cenk meydanlarında atları koşturuyor, şimdi bunlar mı kaldı?» diye kendi dininin aciz olduğunun zehabına kapılabilir. Oysa Rabbimizin doğrudan söylediğinin dışında kalan tefsirci bu izlenimi yansıtmaktadır.
İşte bütün bunlar olmasın diye, Kur’an tefsirinin CEMAATLE yapılmasının altını çizip, duruyorum. Görüldüğü gibi, yalnızca «Dini bilimleri bilmek» yetmiyor. Bunun yanında «akıl-i’zan ve yorum» gücü de gerekiyor ki, surelerin bugünkü anlamına BİLİMDE UZMAN olmadan da ulaşalım ve onaylayalım.
Hans von Aiberg, Arz’dan Arş’a Miraç-3, Referans-7