NUH TUFANI VE VENÜS

NUH TUFANI VE VENÜS

İnsanlığın uzak geçmişindeki, çok önemli bir kırılma noktasıdır büyük tufan…

Ancak hep bir dini veya mistik hikayeymişçesine anılır. Gılgamış destanından, antik Amerikan efsanelerine, uzak doğu mitolojisinden, Mısır papirüslerine ve tüm semavi kitaplara, insanlığın ortak kültüründe yer etmiştir.

Ama kimse bu konuya bilimsel bir perspektiften bakmayı akıl edememiştir.

Ta ki, birbirinden habersiz ama aynı yıllarda yaşamış iki sıra dışı bilim adamı, farklı kulvarlarda farklı analizler sunana kadar…

Bunlardan ilki Amerikalı Jeolog J Harlen Bretz  (September 2, 1882 – February 3, 1981)

Günümüzde bu cesur jeologun bulguları, bilim camiasının gündemine nihayet yeniden oturmuştur.

1927 senesinde yapılan Ulusal Jeoloji Kongresinde, unvanlarının elinden alınması pahasına gerçekleri cesurca paylaşmaktan vazgeçmeyen bu bilim insanı, o yıldan sonra çok sevdiği mesleğinden resmi olarak da olsa el çektirilmiştir…

1950’li yıllarda haklılığı bir kısım jeoloji çevreleri tarafından kabul edilse de, sadece bir soruya veremediği yanıt yüzünden, uzun yıllar süresince çalışmaları görmezlikten gelinmiştir…    

Eski çağlarda dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen bilim adamlarına hiç kimse inanmamıştı. Çünkü o dönemin resmi bilim mafyası, engizisyon terörü altında varlığını sürdüren rahiplerdi…

İlginçtir son yüzyılda ise bu süreç tersine döndürüldü. Artık yenidünya düzeninin resmi bilim mafyası maddecilerdi… Oysaki bu süreç bir rövanş alma tutkusuyla geçirilmeseydi, birçok bilimsel bulgu dini veya paranormal ilan edilmeksizin araştırmacıların ilgisine sunulabilirdi… Bu kin, yılların reform ve rönesans mücadelesini vermiş bir toplumun genlerinde olan, dogmatik/dini terörden çekilen acılara dayandığı için ilk bakışta mazur görülebilir. Hele ki hala ortaçağ bağnazlığını ve dinci cehaletin, küstah kibrini olanca şiddetiyle yaşayan bizim gibi sözde müslüman coğrafya için bu durum daha da anlaşılır gözükse de, maalesef yüzyılımızda kantarın topuzu, ayarını bu sefer ters yönlü kaçırmıştır…

Yirminci Yüzyılın ilk çeyreğinde ise bu maddeci bakış açısı çok daha şiddetliydi…

"Bilim adamları"; 1920'li yıllarda ABD'nin North West bölgesinde bulunan, 'kurumuş şelaleleri' ve kayalıklarıyla ünlü Scablands'in büyük bir sel sonucunda bir gecede oluştuğunu iddia ettiği teorisi nedeniyle Jeolog J Harlen Bretz'i bilimden adeta aforoz etmişti. 

Teorisini fazla dini buldular… Tüm sunduğu gerçekçi rapor ve kanıtlara karşın, bir sorunsala yanıt verememişti Bretz… “O devasa su kütlesi nereden gelmişti?!”

Bretz bir astro-fizikçi olmadığı için bu sorunun yanıtını veremezdi…

Ama aynı yıllarda Bretz’den binlerce kilometre uzakta bir başka sıra dışı deha, bu sorundan habersiz bir biçimde, yine insanlara o yıllarda garip gelen fikirler ileri sürecekti. Ve bu teorilerini 1950 yılında ancak yayınlanacak olan Worlds in Collision  adlı eserinde paylaşacaktı…

Bu yazıda bizler, bu iki dehanın analizlerini bir araya getirip bir bilimsel gerçeği daha gün yüzüne çıkartacağız…

Öncelikle Harlen Bretz’in bulgularını etüt edelim…

Harlen Bretz çok geniş bir coğrafya boyunca, bir kaç hafta sürmüş ama başlangıcı sadece bir günde gerçekleşmiş, muazzam bir su baskının izleriyle karşılaşmış ve kanıtlarını art-arda sıralamıştır.

Onun teorisince bu su baskını tüm Amerika kıtası boyunca gerçekleşmiştir.

İlk araştırmalarını Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey batı ucundaki Washington eyaletinden başlayarak, Oregon eyaleti boyunca uzanan Columbia Platosu ve Cascade Range boyunca gerçekleştirmiştir…

Özetle, bu geniş coğrafyanın birçok yerinde, arazinin dev bir dere yatağını andırdığını fark etmiştir. Ayrıca tıpkı bir derenin içinde taşların suyun akıntısına kapılarak onlarca metre öteye sürüklenmesi gibi, yine bu coğrafya boyunca bir birinden kopuk devasa kaya kütlelerinin, birbirlerinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki çok geniş bir araziye serpiştiğini tespit etmiştir.

Kaya kütleri dediğimize aldanmayın, ağırlıkları yüz binlerce ton olan dev kütlelerden bahsediyoruz…  

Dere yatağını andıran yüzlerce kilometre araziye, yine yüzlerce km mesafeden koparak dağılmış devasa kayalıklar…

Aslında benzeri bir araştırma yapılsa, aynı bulgular Asya’nın steplerinden, Avrupa’nın ovalarına, Afrika’nın çöllerine kadar şüphesiz her yerde mevcuttur.  

Ayrıca Bretz, Colombia nehirinin uzandığı geniş arazi boyunca sıra dışı erozyon bulgularına rastlamış ve tüm bunların yüzlerce hatta bin yıl sürdüğü iddia edilen “buzul çağında”  gerçekleşemeyeceğini ispat etmiştir.

Bir grup revizyonist jeolog Bretz'in teorisinin doğruluğunu kanıtlayan belgeleri bugünde gündeme getirmektedir.

İlk inceleme yaptığı arazinin farklı yerlerinde yüz ton aşınmış granit parçası, derin çukurlar, arazinin içine girmiş 40 feet uzunluğunda dalgalar ve ana kaya üzerinde çok büyük bir sel baskının izlerini taşıyan çizik izleri bulurlar.

Sadece Colombia nehir kanyonu boyunca değil, meşhur Grand Kanyon’un da oluşumunu yine aynı şekilde açıklanacağını ileri sürerler… Ve araştırmayı çok daha geniş bir hatta yayarlar.

Sonuç; yüzlerce yıl süren buzul çağıyla açıklanamayacak, ama bir günde gelen ve boyu onlarca metreye ulaşan devasa taşkınlarla oluşmuş olması kesin olan yüzlerce kanıt içermektedir…

Bretz en temel bulgularına  Scablands Kanallı civarındaki bölgede yaptığı araştırmaları sırasında ulaşmıştır… Bu bölge yakınında şu anda barındırmadığı kadar büyük bir su baskını yaşamış ve kayaçların görüntüsü bunun aniden gerçekleşmiş bir olay olduğunun çok sayıda izlerini barındırmaktadır. 

Fr.coulee.air

 Grand Coulee bölgesi ise kurumuş devasa şelale yatakları ile ünlüdür. Buzul çağı iddiasındaki jeologlar, bu bölgenin jeolojik özelliklerinin nasıl şekillendiğine bir kanıt sunamamaktadırlar.

Ulusal Jeoloji Topluluğu 12 ocak 1927 de Harlen Bretz’i teorisini tartışmak içi davet eder. Ancak bu kongre Bretz’in akademik kariyerinin sonu olacaktır. Çünkü tüm kesin kanıtlar içeren bulgularına rağmen, bir tek soruya yanıt verememektedir…

Bu kadar dehşet bir su kütlesi nereden gelmiştir? Kaynağı nedir?

Tüm bunlara rağmen, 1950’li yıllarda açık kanal hidroliği üzerine çalışma yapan uzmanlar onun teorilerini kanıtladılar.

Bunun ardından Ulusal Mağara Derneği, 1954 yılında Bretz'i onur üyesi yaptı.

Nihayet 1979 yılında Ulusal Jeoloji Topluluğu'da Bretz’e en büyük ödülleri olan Penrose madalyasını verdi. Ancak 96 yaşındaki Bretz bu ödülü alamayacak kadar yaşlanmıştı. Onun adına oğlu bu törene katılacaktı…

İşte tüm kanıt ve bulgularına rağmen bugün bile açıklanamayan o meşhur soruya dilerseniz, bir başka kaynaktan yanıt getirelim…

Ayrıca Bakınız>>>

http://www.detectingdesign.com/harlenbretz.html

http://hugefloods.com/Mystery.html

Immanuel Velikovsky (Vitebsk Rusya 10 June 1895 – 17 November 1979 Princeton ABD)

Dr. Immanuel Velikovsky’nin “Worlds in Collision” (Çarpışan Dünyalar) adlı yapıtı 1950 yılında yayınlandı. Bu kitap tüm bilim çevrelerinde farklı tartışmalara neden olmuştur. Bu kitabın en göze çarpan özelliği, Velikovsky’nin ön sözünde de belirttiği üzere “çok yönlü bilgi sahibi” insanlara hitap etmesidir… Tüm sosyal bilimlerden, fen bilimlerine yüksek düzeyde genel kültür sahibi insanların yani geleceğin entelektüelliğine sunulmuş bir kitaptı… Newton ve Darwin kurallarının şüpheye düşürülmesi, dünyamızın geçirdiği bilinen evrelerin bilinmeyen yönlerinin ortaya konması, bazı yeni gökbilimsel iddiaların sunulması Velikovsky’nin bu kitabını daha da ilginç kılmıştır. Kitabın getirdiği teoriler ve iddialar, o güne kadar her bilim dalının dayandığı değişmezlik ve kesinlik kavramlarını sarstığı ve birtakım dinsel görüşleri değişik açılardan ele aldığı İçin lehte ve aleyhte yergilerle karşılaşmıştı.

Velikovsky’nin kitabındaki çarpıcı iddialar arasında konumuzla ilgili olan kısım ise; günümüzden binlerce yıl önce iki büyük facianın dünyamızın yörüngesini ve manyetizmasını etkilediğini iddia ettiği kısımdır.

Önce Venüs, sonrada Mars gezegenlerinin dünyaya yaklaştığı iki büyük felaketten bahseder Velikovsky…

Konumuz olan dünya çapındaki tufan veya büyük sel ise Venüs’ün bu günkü yörüngesine oturmadan önce, gezegenimiz ve Venüs arasında yaşanan dehşetli kütle çekimi etkisinden başka bir şey değildir.

jupiterstormgemini

Özetle;

Jüpiter de bugünde var olan ve bazılarının büyüklüğü dünyamızın boyutlarının bile birkaç katı olan, bir büyük fırtına gözesi patlar… Oluşan basınç bugünkü Venüs gezegenini oluşturacak olan devasa boyutta bir kütleyi iç gezegenlere doğru fırlatır… Bu patlamanın şiddetinden aslında tüm güneş sistemi etkilenmiştir. Ama ilk büyük yıkım, Astroit kuşağı diye adlandırdığımız ve bu patlamadan önce sağlam bir gezegen olan kütleyi parçalamıştır. Mars ve Jüpiter arasındaki bu düzgün yörüngede seyreden kuşağın zaten parçalanmış bir gezegen olduğu tüm gök bilimcilerin malumudur. Ancak ne zaman ve ne şekilde olduğuna Velikovsky netlik getirir…

Patlamadan sonraki devresinde güneş etrafındaki yörüngesine oturmadan önce dünyamızın yolu üzerine çıkarak seri afetlere yol açmıştır. Halen son derece sıcak olması gerekir. (1950′lerde bu iddia anlamsız bir varsayım olarak dikkate alınmamış ancak ilk defa 1962′de Venüs yakınından geçen Mariner 2 uzay aracı yüzey sıcaklığı 430°C olarak kaydetmiş, sonradan ise kesin sıcaklığın 480°C olduğu saptanmıştır). Venüs atmosferi son derece yoğundur, ki bu da 1966′da Rus uzay aracı Venera 3′ün, karşılaşacağı şiddetli basınca hazırlıksız olarak, Venüs atmosferine girişi sırasında parçalanmasıyla kanıtlanmıştır. 

Ayrıca Venüs diğer iç gezegenlerden farklı yönde spin atar. Bu durumu onun güneşten kopmadığının ispatıdır.
Bu durumda yine günümüz astro fizikçileri Velikovsky’i bir konuda daha doğrular. Satürn ve Jüpiter dev boyutlarda elektromanyetik fırtına gezegenleridir. Dış uzaydan gelen Venüs gibi kütleleri birer elektrik süpürgesi gibi kendilerine çekerler. Ya uyduları yaparlar yada yutarlar… O halde Venüs gezgeni olsa olsa bu ikisinden fırlamış bir büyük manyetik patlama sonucu oluşmuş olmalıdır…

Bu o zaman için ilginç gelen teorem, 1950 yıllarındaki bilim çevrelerince hayretle karşılanmış, Velikovsky bu tür konuların hiç birisinde kağıt üzerinde uzman olmadığı propagandasıyla tutucu çevrelerin şiddetli yergilerine hedef olmuştur. Fakat yapıtında ortaya attığı iddiaları doğrulayacak deneyler yapıldıkça somut kanıtlar elde edilmiş ve gerçekliği zamanla birçok fizikçi tarafından resmi literatüre sokulmasa da kabul görür hale gelmiştir… 

1950’li yıllarda kuyruklu yıldızların oluşumu konusunda genel kanı, onların güneş sistemi dışında kozmik artıklardan oluştuğu idi. Bu nedenle Venüs’ün Jüpıter’den şiddetli bir patlama sonucu kopmuş bir gezegen olması düşüncesine baştan pek kıymet verilmedi… “Çarpışan Dünyalar”ın basımından 10 yıl sonra tanınmış İngiliz gökbilimcisi R A Lyttleton, matematik yoluyla, Venüs’ün Jüpiter’den kopmuş olduğunu kanıtladı, fakat bunun, Velikovsky’nin saptadığı tarihten çok önce olduğunu savundu. 1974 yılında Venüs’ten bilgi toplayan “Mariner 10″ uzay aracı, tezi doğrulayacak nitelikte kanıtları yeryüzüne yolladı, böylece gezegenin ardında var olduğu sanılan kuyruk da geçerlilik kazandı… 

Velikovsky, uzayın sadece bir boşluk olmadığını, elektromanyetizmanın güneş sistemi ve evren içinde önemli bir etken olduğunu savunmuş, fakat ayırımsız bütün gökbilimciler baştan bu fikre karşı durmuşlardı. Bunlardan biri de Velikovsky’yi 1920′lerden beri tanıyıp onun bazı temel ilkelerinin doğruluğuna inanan AIbert Einstein’dır. Fakat o, uzay boşluğunun manyetik alanların etkisinde bulunduğu, güneş ve gezegenlerin elektrik yüklü kitleler olduğu ve elektromanyetizmanın uzay mekaniğini etkileyecek durumda olduğu varsayımına şiddetle karşı çıkmıştır. 

1954 Haziranında her ikisi de Princeton, New Jersey’de bulundukları sırada. Velikovsky, Jüpiter gezegeninden radyo sinyalleri alınabileceğini önererek, Einstein’ı bu konuda tartışmaya davet etmiş. Fakat Einstein böyle bir olasılığı kabul etmemiştir. Buna rağmen 10 ay gibi kısa bir süre sonra, 1955′te Carnegie Enstitüsünden astronomlar Jüpiter gezegeninden gelen yoğun radyo sinyalleriyle hayrete düşünce, Einstein de Velikovsky teorilerinin denenmesi için her türlü çabayı sarf edeceğini belirterek çark etmiştir… Ancak bu açıklamadan 9 gün sonra ölmüştür. Ölümünden sonra, yakınları çalışma masası üzerinde “Worlds in Collision”ı açık olarak bulmuşlardır.

jupiterstor

“Afetler sırasında gelişen olayları, mitoloji ve efsanelerdeki bazı ipuçlarından çıkarmak mümkündür” der Velikovsky. Yazılı tanımlamaları ise Tevrat (Exodüs), kil tabletler, çivi yazıları, Mısır papirüsleri üzerinde bulunan tarihsel ve gökbilimsel verilerden elde edebiliriz. Bu varsayıma jeoloji, paleontoloji ve arkeoloji bilimlerinin de kanıtsal katkıları olacağını iddia eder.

Bilinen en eski kaydedilmiş tarihsel bilgi, Yahudilerin Exudüs’ü, Mısır papirüsleri ve Çinin dinsel kaynaklarıdır. Velikovsky, derlediği bilgilerden çıkardığı sonucu bu efsaneler veya yazıtlarda doğrular. Yazarın “Çarpışan Dünyalar” adlı eserinde bu olay efsanelerden ayıklandığı şekilde anlatılmaktadır… Antik Yunan mitolojisinde; birden gökyüzünde beliren Tanrıça Pallas Athene, Venüs gezegenidir; Zeus’un, yani Jüpiter’in başından fırlamıştır… 

Konumuza dönecek olursak; Venüs iç gezegenlere doğru ilerlerken Mars’ın da yörüngesini kaydırır. Bu yakın geçişin etkisiyle Mars gezegeninde de bir dizi değişimler olmuş olmalıdır. Ve bunların izlerinin bulunacağını iddia eder Velikovsky.  

 Ay yüzeyini andıran kraterler ve on binlerce metreyi bulan ve yüzlerce kilometre uzanan derin yarıklar, onun bu iddiasını doğrular… 1954′de ortaya attığı bir fikre göre de ender bulunur gazlardan argon ve neonun. Mars atmosferinde bulunması gerekmektedir. Her ne kadar uzmanlar böyle bir varsayım için neden olmadığını savunurlarsa da 1973′de yapılan bir Rus uzay araştırması bu iki gazın Mars atmosferinde, önemli miktarlarda bulunduğunu saptamıştır. 

Uydumuz Ayın da bu kozmik olaylardan etkilenmiş olması gerektiğini söyleyen Velikovsky, New York Times gazetesinin 21 Temmuz 1969 günkü sayısında bu konuya ilişkin fikirlerini bir makale ile açıklamıştır. İnsanoğlunun Aya ilk ayak bastığı güne rastlayan bu ilginç yazının içeriği şöyledir: “Ay yüzeyi 3000 yıl öncesine kadar eriyik halde olup kabarcıklandığı düşüncesindeyim. Kayalar ve lavlar kalıtsal manyetizma açısından zengin olabilir, taşların bileşiminde zift, karpit, karbonat gibi maddeler bulunabilir. Bölgesel olarak çok kuvvetli radyoaktivitenin saptanacağı inancındayım, Ay yüzeyinde depremlerin de sayıca çok olduğu kanısındayım”. 

Tüm bu teorileri de ilerleyen yıllarda tek tek doğrulanır ama zaman konusunda henüz bir delil yoktur. Bize göre ise, Velikovsky’nin verdiği zaman dilimleri birkaç bin yıl hata içermesine rağmen gerçeğe oldukça yakın değerlendirmelerdir…

Biz yine Velikovsky’nin bu iddialarından yola çıkarak Nuh Tufan’ını biraz daha ayrıntılı deşifre etmeye devam edelim. Yani Velikovsky’nin “Çarpışan dünyalar” kitabında olmayan bir kısım ayrıntıya da yeri gelmişken girelim…

Bilim çevrelerince yaklaşık tarih; MÖ. 10500’lerde olduğu öne sürülen buzul çağı aslında bu büyük felaketin olduğu döneme tekabül etmektedir. Ancak astro-fizikte zaman kavramı, gezegenimiz için ağır bir süreçte olsa görecelidir. Örneğin yine yaklaşık olarak MÖ 3000-4000’ler arası dönemde yani Hz. İbrahim’in yaşadığı zaman diliminde gün sayısının 365 değil, 360 olduğunu, Kabe çevresinde yaptığı sütun sayısından anlıyoruz. Yine Stonehenge gibi yapılar da, bu tür zaman değişimlerini doğrular işaretler barındırmaktadır.

Şüphesiz büyük ve keskin değişim, Venüs gezegeninin dünyamıza yakın denilebilecek geçişi sırasında olmuştur.
Dünya’nın ekseni bugünkü eğikliğine dönüşürken, Güneş çevresindeki dönüşü de şüphesiz aşırı derecede farklılaşmış olmalıdır. Yeryüzünün kütle çekim katsayısıda değişime uğramış olmalıdır.
Daha önceki dönemde yer çekiminin daha az olması, bitki ve hayvan boyutlarının bugüne göre dev denilebilecek yapısını açıklamaktadır.

Venüs’ün geçişi sırasında müthiş bir med-cezir olayı yaşanmış olmalıdır. İşte bu da Harlen Bretz’in teorisindeki "o devasa boyuttaki su nereden geldi ? " sorusunun yanıtıdır…

Yer altındaki magmatik ve asidik sular yer yüzüne fışkırmış, atmosferde ise hayal bile edilemeyecek kasırgalar oluşmuş olmalıdır…
Bu durum Venüs yaklaştıkça etkisini arttırmış ve bir dizi felakete yol açmıştır.  Jeologların iddia ettiği gibi on binlerce yıl süresince gelişen olaylar yerine, çok kısa bir sürede kıta plakaları yerinden ayrılarak, sularla kaplanan dünyamızın yüzeyi ise fay kırıkları doğrultusunda birbirlerinin üzerine kaymış olmalıdır. (Ancak yine günümüz jeofizikçilerinin saptadığı bir gerçekse, dünyanın manyetik kutuplarındaki değişimin yine bu meşhur son buzul çağına tekabül ettiğidir.)

Bu teorem, midesinde tropikal bitki ve meyvelerle kuzey buzullarında donmuş halde bulunan mamut’ları da açıklar. Çünkü bu günkü kutup bölgeleri Venüs’ün geçişi sırasında ekvatoral bölgelere yakın yerler olmalıdır.
Ayrıca bir çok hayvan ve bitki türü o tarihten sonra aniden yok olmuştur.

Biz yine felaketi analiz etmeye devam edelim… Günümüz jeolojisi MÖ. 5000‘lere kadar dünyamızın en büyük çölü olan Sahra’nın dev bir göl olduğunu işaret eder. Arkeoloji ise bu göl çevresinde zengin medeniyetlerin izlerini bulmuştur. Dünya’nın diğer büyük çölleri olan, Asya kıtasındaki Gobi ve Takla-makan’da yine aynı tarihlerde sahra gibi, dev iç denizler olduğu artık tespit edilmiştir… Buna Türkiye’deki Konya ovasının iç deniz olduğu dönemde eklenmelidir. İddia edildiği gibi çok daha eski tarihler olsaydı ovanın yüksek tepelerinde ve sınır dağlarında birçok liman kalıntısı bulunmazdı…

Bolivya ile Peru arasında uzanan Titikaka gölü, deniz seviyesinden 3812 metre yükseklikte büyük bir göldür. Ve gölün içinde binlerce deniz canlısının fosilleri bulunmaktadır. Deniz seviyesinden bu kadar yüksekte bir gölde nasıl olurda okyanus hayatının izleri bulunur?

Orta Asya’daki Baykal gölü de bir başka örnektir. Tufan’dan daha derin izler barındırır. Dünyada hiçbir yerde bulunmayan 4000 tür canlı içerir. Bu Darwin’in meşhur Galapagos adalarındaki rakamı kat ve kat aşar…

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Özetle yükselen su, dev buzul kütlelerini de dünyanın değişik yerlerine savurmuş, Venüs’ün çekim etkisinin kısa sürede geçmesiyle, geri çekilen yer altı suları bu buzulları dünyanın farklı noktalarında öbeklenmesine neden olmuştur. Bu güçlü çekimin etkisiyle fışkıran magma, suyun altında soğumuş, yeni kıtaların oluşumuna neden olmuştur… Şüphesiz ki bu değişime kıta plakalarının birbirinden ayrıldığı korkunç etkiyi de eklemek gerekir.
Dünya yeni kutuplarında yeni yörüngesine otururken, artık bitkisel hayatın yeniden şekillendiği farklı ekvatoral bölgeler oluşacaktır. Geçen yıllar içinde farklı bölgelere dağılan dev buzullar eriyip büyük iç denizlere veya göllere dönüşecek, dünyamız yeniden şekillenecektir…

Şüphesiz bu olaylar zinciri, tüm güneş sistemi gezegenlerini yerlerinden savurup, yeni yörüngelerine oturacakları bir dizi olaya neden olurken, dünyamızda bu çekimsel değişimden ilerleyen yakın yüzyıllarda da etkilenmeye devam etmiş olmalıdır. Sonraki asırlarda yaşandığı iddia edilen Atlantis ve Mu (Kur’an daki isimleri ile AD ve seMUd ) ve benzeri felaketlerde bu sürece yayılmış diğer felaketler olabilir…

Ayrıca Bakınız >>>

*https://www.hanifislam.com/mail/aiberg04/aiberg04d.htm

*https://www.hanifislam.com/mail/aiberg03/aiberg03u.htm

*http://hanifislam.wordpress.com/2011/02/10/26-nuh-tufani-piramitler-kozmik-duzendeki-degisme-28-10-2001/

*http://tr-tr.facebook.com/note.php?note_id=160688723969285

(Verilen linklerdeki bilgileri de ayrıca etüt etmenizi tavsiye ederiz…)

Velikovsky’e dönecek olursak; Bir bilim adamı olarak gerek astronomi gerekse diğer öneriler yaptığı dallarda akademik açıdan uzman olmayışı, sözlerinin ancak çok sonraları dikkate alınmasına sebep olmuştur. En ilginç yönü de hiç bir bilim dalının yalnız incelenmeyeceğini savunarak eklektik çalışmalar yapmış olmasıdır. Kozmik afetlere ışık tutacak bilgileri derlerken, modern biyolojinin temel ilkelerinden Darwin teorisi ile çelişkiye düşen birçok kanıt ele geçirmiştir. Sonuç olarak bu konuya, ilk yapıtına ek olarak yazdığı “Earth in Upheaval” adlı kitabında değinmiş ve Darwin’in öne sürdüğü canlılarda yavaş gelişim yerine ani değişim ve türlerin ani yok oluşlarının kendi tezini kanıtlayacak deliller olduğunu savunmuştur. Bu yapıt bütün dünya üzerinde jeolojik ve paleontolojik bulguları yeni bir görüşle değerlendirmenin ürünü olmuştur.
Sayısız makale ve araştırmaları senelerce gazete ve dergilerde yayınlanmış, kitapları üniversitelerde okutulmuştur. Bir hayli ilerlemiş yaşına karşın üniversitelerde konferanslar vermeye devam etmiş ve sayısız bilimsel açık oturumlara katılmıştır…

Einstein ve çevresine gönderme yaparak veya kaba tabiri ile laf sokarak, insanlığın aklına kazınan şu sözleri meşhurdur; “Benim ortaya attığım fikirler görmezlikten gelinemez… Kimse Magnetosferi yok edemez… Jüpiter’den gelen radyo sinyallerini durduramaz, Venüs’ü soğutamaz ve kitaplarımdaki herhangi bir tümceyi değiştiremez”… 

Bakınız >>>  *http://en.wikipedia.org/wiki/Worlds_in_Collision

Bilimsel kanıtlar göstermektedir ki, "Büyük Tufan" tüm dünya çapında olmuştur… Uzun süreçlere yayılan ve birbirinden çok uzak dönemlerle açıklanmaya çalışılan iki olayda, aslında bu büyük felaket sırasında gerçekleşmiş olmalıdır…

Bunlardan birincisi "Son Buzul Çağı" diye bildiğimiz süreç, ikincisi ise birleşik kıta plakalarının birbirlerinden ayrıldığı ve dünyanın manyetik kutuplarının, söz gelimi bu günkü Sahra çölünden, Grönland'a taşındığı tek bir büyük felaket…

Çünkü örneğin Titicaca gölünün bulunduğu Ant dağları platosunu, deniz seviyesinden 3812 metre yukarı çıkaran bir kütle çekimi etkisi, dünyanın kıta plakalarını merkezi fay hatlarından dışa ve içe doğru kaydırmış olmalıdır. Bu aynı zamanda birleşik kıtanın milyonlarca yılda değil tek bir büyük etkiyle, aynı anda parçalanması sonucunu doğurur. Venüs'ün fırlama rotası üzerindeki dünyamıza, uydumuz Ay kadar yaklaştığını düşünecek olursak, bu etkinin neden olacağı med-ceziri ve fay kırılmalarını tahmin etmek çokta zor olmasa gerek… Bununla birlikte sularla kaplanmış bir dünyanın altında patlayan volkanlar hızla soğuyacak ve magmatik akıntı bir çok bölgede yeni ve devasa kütleli kayaçlar şekillendirecektir… Kısacası jeolojide Pangea olarak anılan ve yüzmilyonlarca yıllar boyunca sürdüğü iddia edilen (Permiyen 225 milyon yıl önce>>Trias 200 milyon yıl önce>>Jura 135 milyon yıl önce>>Kretase 65 milyon yıl önce) parçalanma süreci iddiası, baştan aşağı yeniden yorumlanmak zorundadır. Evrim teorisinin bugünkü şekline tutarlılık sağlamak adına, hiç bir astro fizik etki olmaksızın (bir kaç gök taşı çarpması dışında) ileri sürülen bu teoriyi, Jupiter'den fırlayan Venüs fenomeni temelden yıkmaktadır… Nuh tufanından ve hatta ilk insan olan Adem'den önce şüphesiz gezegenimizde bir evrim yaşanmıştır… Ancak türlerin çeşitlenmesi sanıldığı kadar uzun süreçlerde gerçekleşmemiş olmalıdır. Tıpkı bu yazımızda örneksediğimiz bir tek büyük küresel felakette olduğu gibi, aniden gerçekleşen bir dizi astro-fiziksel etkileşim ve neden olduğu reaksiyonlar sonucu türlerin çeşitliliği söz konusu olmuş olabilir. Bu süreç ise milyonlarca yıl yerine onbin veya yüzbin yıllarla ifade edilebilecek, insan dışındaki bitki ve hayvan ekosisteminin bilinenden çok çok farklı tür bir evrimine işaret edecektir.      Bakınız >>> *http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/8/8e/Pangea_animation_03.gif  

Özetle jeoloji, arkelooji, paleontoloji, antropoloji, astro-fizik ve daha bir çok bilim dalı dünyamızın ve üzerindeki canlıların geçirdiği evrelere yönelik olan yaklaşımlarını bu gerçek üzerinden yeniden yorumlamalı ve yapılandırmalıdır… 

Kur'an ayetlerine gelecek olursak;

Nuh tufanı ile ilgili iki Kur'an ayeti, henüz çözülmeyi bekleyen önemli bilimsel sırlar barındırmaktadır…

 

Hud 40; Ve emrimiz gelince, tennur (geminin kazanı) kaynadı. “O zaman herşeyden, iki unsurdan oluşan, bir çifti ve haklarında hüküm geçmiş olanlar (boğulacakların sözü: âyet-37) hariç, aileni ve âmenû olanları onun içine yükle.” dedik. Az kişiden başkası, onunla beraber âmenû olmadı.

Bu ayetteki Tennur önemli bir teknolojiyi işaret etmekte… Tıpkı daha önceki yazılarımızda işaret ettiğimiz önemli kodeks kelimelerimizden başka bir tanesi… Öyle ki denizcilik kuralları gereği, net dalgaları diyebileceğimiz büyüklükteki dalgalara, Nuh transatlantiğinin burnunun dik girmesi için, mutlaka bir güç kaynağı vasıtası ile hareket ettiriliyor olması gerekirdi.

Tennur burada bir tür buhar kazanı değil, soğuk füzyon teknolojisidir aslında… Ayrıca Tennur yine aynı ayette, gemiye her canlı türünden toplanmasını da sağlayan bir teknolojidir ki, bu kısmını izah etmekte biraz zorlanacağız…

Soğuk füzyon teorik olarak, sudaki hidrojen ve oksijenin ayrıştırılması ile elde edilen bir enerjidir. Henüz bu konudaki araştırmalar rasyonel sonuçlar verememiştir. Ama günümüzde ki füzyon deneylerinde, füzyon reaksiyonu oluşturulduğunun kesin olduğunu, sayısının ise henüz sağlıklı bir şekilde şimdilik saptanamadığı söyleyebiliriz…
Bakınız>>> * http://www.bilimbilmek.com/tr/soguk-fuzyon.html

Bu TENNUR adlı füzyon reaktörünün teknolojisi soğuk füzyonun da ötesinde bir üst teknolojiye daha işaret etmektedir… Füzyon kürelerinin dünya üzerindeki farklı bölgelerde oluşması sonucu, dişi ve erkek çiftleşmesi ile üreyen bitki ve hayvan türlerinin bir biçimde muhafazasını/korunmasını sağlamış üst düzey bir teknoloji… Merkezde Nuh transatlantiğindeki reaktörde oluşan füzyon küreleri, farklı bölgelerdeki canlıları bir tür manyetik alan kalkanı ve teleportasyon mekanizması birleşimi teknoloji ile taşınmasını ve korunmasını sağlıyor…  

Sun_parts_big

Ankebut 14; Yemin olsun, biz Nûh'u toplumuna gönderdik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladı. Çünkü zalimlerdi onlar.

Bu ayette ise Nuh'un yaşı verilmekte… Tufan öncesi zaman kavramının ve yaşam süresinin farklılığından ayrıca; Bin yıldan elli yıl eksik ifadesi bir başka izafiyet vurgusu yapmaktadır…  

Son olarak, ne hristiyanların Ağrı dağı miti nede Müslümanların bilinen Cudi dağı yorumu gerçeği yansıtmamakta… Ayrıca yukarıda izini sürdüğümüz hiç bir bilimsel veride bu koordinatları  desteklemiyor. Tufan sonrası insanlığın ve ekosistemin yeniden canlandığı bölge daha çok Orta Asyadaki Tanrı dağları bölgesini işaret etmektedir… Çünkü günümüzde bu konuyla ilişkilendirilmeye çalışılan her iki dağ çevresinde, hiç bir paleontolojik veya arkeolojik çeşitliliğe rastlanmaz… Ama Tanrı dağları bölgesi bu yönden açık hava müzesi gibidir… Şüphesiz Kur'an daki tüm ayetlerler  işledikleri konuyla ilgili koordinatta içerir. Ancak biz bu cifir içerikli yoğun matematiksel konuya, şimdilik değinecek ölçekte vakıf değiliz. Ama şunu söyleye biliriz ki Kur'an da cudi kelimesiyle ifade edilen kelime herhangi bir dağ zirvesidir. Adı dağ zirvesi, dağ çatısı, olan sıradan bir tepeye bu anlamı yüklemek, klasik dinci ve dindarlarımzın her konuda sergiledikleri kapasitesizliğin bir başka göstergesidir… Tıpkı Ağrı dağına kafayı takan Hristiyan dinci ve dindarların düştüğü komik durum gibi…

Kaynakça:

 

 

Bunları da sevebilirsiniz

Yorumlar