HANS von AIBERG'İN YENİ YAZILARI - 32 :
Haniflik: Hz. İbrahim
ve Hacc ve Zekat Sevgideğer Hanifler, Aslında kuşkusuz Allah kaderin kazasını önceden belirlemişti. Örneğin
İbrahim§in ikinci eşinin adını “Değerli Taş” anlamında Hacer (Hagar)
koyduran en baştan Allah idi. Hacer, Antik Mısır (Koptik-kıpti-Egyptian)
Nuh’un oğlu Ham’ın soyundan olduğu için ırk rengi Esved=Siyahî, kara
(zenci, Negro) idi. Tıpkı, Cennet’ten kovulan Adem ve Havva’nın kılavuzu
olan kristal meteor, sonradan kararan, karataş=Hacerül Esved taşının
ismindeki gizem gibi, nedensel rastlantılara kadar herşey planlıydı. (Hatta
Resulullah efendimiz bile atası İbrahim§ ile paralellik olsun diye yine antik
Mısırlı cariye Mariye ile evlenmiş ve ondan Kasım ile İbrahim§ adlarında
yaşamayan iki erkek çocuğu olmuştu.) İbrahim§’in Hacer’den olan oğlu İsmail, henüz bebekliğinde susadığı için minik ayak topuğuyla kumları döverken, Zemzem pınarı fışkırmıştı ve Hacer Safa-Merve arası 7 kez koşu sonucu kendi adaşı olan “Hacerül Esved”in yerini bile bulmuştu. İsmail Kurban edilmekten kurtulunca babası ile kutsal Kâbe bloğunu inşa ederek, Beytullah=Allah’ın evi ilân ettiler. “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile birlikte Beytullah’ın
temellerini yükseltiyor: Ey rabbimiz bizden bunu kabul buyur, kuşkusuz işiten
ve bilensin. Diye dua ediyordu” Bakara- 127 “Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim bu şehri emniyeti kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” İbrahim-35 Kısaca her zaman olduğu gibi Allah, dostu İbrahim§’in bu dileğini de Hanif İslam’ın bir ibadet şartı olarak kabul etti. İbrahim§ çift evliydi. Bir yanda eşi Sara ve oğlu İshak ile birlikteydi. Bir yanda da ikinci eşi Hacer ve oğlu İsmail ile kendine tabi mü’minleri henüz Mezra görünümündeki Kâbe’ ye yerleştirmişti. “Emin Belde, güvenli kent”in sırrına gelince: Kâbe Allah-evi statüsünde anlamındadır. Hiç bir devlet hükümranlığında olmaksızın, sadece İbrahim§ milletince seçilmiş bir “Şerif” gözetimindeydi. Yılda kopuk olarak üç-dört ay kadar prototip Mekke‘ye geldiğinde bile Mekke Şerifinden izin alan İbrahim§, Hacc farizasını bu şekilde yapıyordu. Söz konusu Hacc dönemleri daha sonra Kur’an’da yer alan, savaş yasaklı “Haram Aylar” diye anılacaktı. Haram aylardaki ziyaret Hacc, kalan aylarda umre sayıla gelmiştir. Beytullah Allah egemenliğinde ve Şerif halifeliğinde olduğundan bir
devletin hükümranlığında olamaz. Osmanlı Hakanlığı da İbrahim§in bu
katı kuralına uyarak, Mekke ve Kudüs’te “Şeriflik müessesesi” geleneğini
sürdürmüşlerdi. Hakanlar Sürre alayı ile gittikleri Mekke Şerifinden izin
ister öyle hacı olurlardı. Şeriflik kurumu Osmanlı’nın son dönemine kadar sürdü. Ancak İngiliz güdümlü Saudi hanedanı binlerce yıllık Şeriflik kuralını hiçe saymış, bunu siyasal iktidar gücü ve Hacc geliri için istismar etmiştir. Hacc, yılın yüz günlük döneminde yani haram aylarda yapılır. Bu kuralı da süfyaniler hiçe sayarak, sadece Kurban bayramına indirgemişlerdir. Hacc’ın sadece İbrahim-İsmail kurban olayı dolayısıyla “4 günlük” bir final bayramı olduğu, ancak yılın üçte biri Hacc için, kalanı umre için belirlenmişti. Oysa şimdi Bayramda birkaç milyonluk hacı adayı kotası verilmektedir ki bu da kurala aykırıdır. Çünkü Mekke İslam başkenti, Allah’ın evidir, Suudilerin değil! Bu izdiham ve yıllık toplu ölümler, hele dünya hacılarını kırbaçlayan Suudi muhafızların ite-kaka aşağılaması ayrı bir Süfyanilik! Hacc, yılın üçte-birine yayıldığında ne izdihamdan ölümler olur
ne de tıkış tıkış bu skandallar. En büyük rezalet ise bir tek günde
4 milyon Kurban kestirerek toplu hayvan katliamının yapılması. Oysa kurban
kesmenin amacı dünya açlarını doyurmaktır. 4 Milyon kurbanı toprağa gömüp,
dünyada açlık yaratmak değil! İbrahim Zekât’ı sosyal-termodinamik bir yasa gibi düşündü. Bilindiği gibi bir metal çubuğun bir ucunu ısıtırsanız, ısı kendiliğinden diğer uca akar, iki uç ve tüm çubuk aynı ısı derecesinde dengelenirler. Zekâtı sıcak ucu “Varsıl” soğuk ucu “yoksul” bir sosyal termodinamik ısı dengesi gibi düşünmeliyiz. Yoksula verdiğimiz her neyse ”Mülk sahibi” Allah’ın emanetinden öte, yoksul mağdurun kendi rızkıdır ama sizin elinizde olduğundan, kendinizin sanırsınız. Allah gökten bir çek uzatıp rızkımızı vermez. Onun rızkı, örneğin patronun ya da müşterinin çeki eliyle size ulaşır. Allah bizden esirgemiyor, Allah bize “Başkası versin” demiyorsa, niçin yoksula “Allah versin” denen günahı işliyoruz? Onu bize veren Allah’tır ve yoksula ciro etmesi gereken biziz. Zekât’ın kırkta-bir oranlanması her zamanki “Sahte-Sahih hadis” tuzağıdır. Bunun ölçütünü oruç süresi olan bir Ay yani, yılın Onikide-bir orantısı kıstaslamıştır. Hatta klan düzeni 12 boy olduğundan, bir atanın bakmakla yükümlü olduğu birincil akraba sayısı kendisi dahil 12 kabul edilir. Bundan sonrası karınca ve arı kolonilerinin “Oğul” vermesi gibi bir tür Zekât ile kaimdir. Oniki villası, 24 Arsası, 120 takım elbisesi olanlar için en iyi prim zekât vermektir. Yılda oniki kez yurtdışına çıkanlar bir kez cıkmayıversin. 24 kez Hacca gidenler de ikisinden vazgeçip, sosyal yardımlara ya da dürüst vergiye yönlensinler. İbrahim§ “Allah versin” dememek için kökenindeki Sanskrit-Braho inancı (istidrac=şeytani keramet için) “Ramada kutsal açlığı”nı kendine tabi ilk Haniflere “Rahmani” yönde empoze etti. Allah’ın Hanifleri sabırla sınadığını söyleyerek açlığı ibadet niyetine kabul ettirdi. Kurala göre tüm günboyu yenilip içilmeyecek, akşam karanlığında yenilecekti. Böylece öncü Haniflerin sızlanmaları önlenip, ruhsal bir disiplin sağlandı. Tıpkı zekât gibi 12 ay olan bir yılın bir ayında gün-batımından, gün-doğumuna kadar yemeyip-içmememek anlamındaki (malı olmayanların zekâtına denkleştirilen, bedensel ibadet sayılan Savm, Siyam yani) “Oruç”u Rabb’ine bir ibadet olarak önerdi. Allah, orucu farzlar içine kattı. “Ey Rabbimiz, ey sahibimiz dosdoğru ibadet etmeleri için ben, neslimden bir kısmını senin beyti hareminin yanında ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara eğilimli kıl ve meyvelerden bunlara rızk ver. Umulur ki, bu nimetler şükrederler” İbrahim-37 Bu müjdeli duayla birlikte, Mekke’ye öyle bir bereket geldi ki,
hayvanlar yılda iki kez gebe kalıp, ikiz-üçüz doğuruyorlardı. Zemzem pınarlarının
aktığı yerde başaklar yeşeriyor, hurma ağaçları ürün ağırlığından
yerlere kadar eğilip, sürekli meyve veriyorlardı. Zor günlerin sabırlı
Hanifleri o kadar doygunlardı ki, açlık-kıtlık sendromunu anımsayamıyorlardı.Tek
bir yoksul ve aç bulunamadığından, farz olan zekâtlar artık Mekke Şerifliğine
(Muhtar beytülmal bütçesi) ortak bayındırlık hizmetleri karşılığı
aktarılıyor, böylece gönüllü olarak kazanç vergilendirilmiş oluyordu. Öte yandan Beni İsmail dalına ise bir tek kitap yani korunmuş ve hiç
değiştirilemeyecek olan Kur’an’ı Kerim getirilmiştir. Bu nedenle
Resulullah efendimizin Kur’an aracılığıyla getirdiği İslam’ın şartlarının
tamamı ata-babası İbrahim§in altın kurallarıdır. Yani 5 şartın hiç
biri Resulullah§ın değildir. Özetle Resulullah§ 5 ibadeti ilk kendi getirmemiştir ve tümünü atası Hanif İbrahim§ belirlemiştir. Ancak küçük nüanslarla bazı değişiklikler olmuştur. Örneğin Oruç gibi... İbrahim§ Ay takvimine göre “Ramada” dönemini yani “Ramazan” ayının adını, bayramını ve Kurban bayramını tüm gelenekleriyle koymuş olan İbrahim§ oruç konusunda katıydı. Ramadan ayında 4 hafta “İtikâf”a çekilir ve medeni gereksinimleri dışında mabetteki uzlet odasından çıkmaz ve eşini görmeksizin, sadece Allah’ı ile meşgul olurdu. Oruç konusunda tek değişiklik, İbrahim§ döneminde Ramazan çıkana kadar eşlerin cinsel buluşma yasağı, Resulullah sahabesinin nefsine yenilmesi ve İbrahim§ oruç klişesinin yasağını kaçamaklarla delmeleri üzerine Resulullah§a Bakara-187 âyet indirildi. “Oruç günlerinin gecesi kadınlarınızla ilişkide bulunmanız size helal kılındı. Kadınlarınız giysinizdir. Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Şimdi cinsel ilişkide bulunabilirsiniz. Allah’ın sizler için yazdığını isteyin ve fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar, yiyin için ve sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikâf halindeyken onlarla ilişkide bulunmayın. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın eşlerinize yaklaşmayın. Allah böylece sakınıp korunsunlar diye İnsanlara âyetlerini iyice açıklıyor.” Böylece İbrahim§ orucunun “İtikâf” kuralı dileyen için korunup, kalanlar için “Oruç açıldıktan sonra eşlerin buluşabileceği” ruhsatı verildi. Âyetteki 2 misalden“ Giysi ”soyutlanmak “Allah’ın yazdığı”da açlığa psikolojik dayanamamanın oruç tutmamaya mazeret olduğudur. Nasıl ki Yahudiler ve Hristiyanların ataları İbrahim§in koyduğu orucu saptırmaları gibi bizde de iftar-sahur saatleri Hadis hilesiyle bozulmuştur. Bir önceki âyette orucun “Ak iplik ile kara ipliği” ayır edemediğimiz “Göreceli” bir saat verilmektedir. Yani kim hangi coğrafyada ise göreceli olarak kendini referans kabul eder. Kuzey yarıkürede “Yalancı şafak” denen Hızır ışıması=kutup trapozosu aydınlığını aştığı anda imsak başlar. Bu da bizim “Alaturka top atıldı, sahur bitti” saatinden kimi yerde bir saat sonradır. Öncelikle bu takvim yanlıştır. Tam gün oruç ardından girmesi gereken ayette “GECE MİSALİ”dir. Dikkat, akşam değil! Misalin “Misli”ne göre (Örneğin gökler 7 kattır ve arz da mislidir=7 kattır gibi) Ak ve kara ipliği ayırt edemediğiniz an iftar girer, ezan da o saatte okunur. “Ak iplik ve kara ipliğin ayırt edilemeyeceği” an oruç iftar edilir. Oysa süfyanilik örfleri bize orucu bir saat kadar önce başlatıp, (İstanbul üzerinden) 28 dakika önce güpegündüz ezan okunurken erkenden açtırmaktadır. İbrahim§ için Tevhid ve Hacc kolay bir ibadetti. Zekât da varlıkla
orantılı ve kolaydı. Nefsin zekâtı olan oruç ibadetlerin en zoruydu ama,
topu topu yılda bir ay yoğunlukla tutuluyordu. İbrahim§’in içine sinmeyen
yılda bir ay değil, günün belirli zamanlarında Allah’ın anılmasıydı
ki bunu zaten daha 13 yaşında aklına koymuştu: “Böylece İbrahim’e göklerin ve yerin melâ-kutunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” “Üzerini gece kaplayınca bir yıldız gördü, işte benim Rabbim dedi. Batıverince de Ben böyle batanları sevmem dedi.” “Ay’ı doğarken görünce buymuş Rabbim dedi. O da batınca yemin ederim ki Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak ki şu şaşkın topluluktan biri olacaktım dedi.” “Güneş’i doğmak üzere görünce, buymuş Rabbim, bu hepsinden büyük dedi. O da batınca ey kavmim haberiniz olsun, ben sizin şirk koştuğunuz putlardan uzağım. (79) Ben her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben Allah’a ortak koşanlardan değilim. (Hanifim) dedi.” Genç İbrahim§ babası Azer’in dininden sonra yöneldiği Sabiye
dinini de yadsımıştı. Buna çok içerleyen Sabiye sapkınları Allah’tan
henüz hiç bir işaret alamamış olmasına rağmen İbrahim§ ile tartışmaya
başlamışlardı. İbrahim§ ise onları şöyle sorguya çekti: (80-81) “Kavmi de onunla tartışmaya kalkışınca o da Bana gerçeği doğrudan gösterdiği halde Allah hakkında benimle mücadeleye mi kalkışıyorsunuz. Sizin ona ortak koştuğunuz şeylerden ben asla korkmam. Rabbim dilemedikçe kimse bana hiç bir şey yapamaz. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Artık iyice bir düşünmez misiniz? Hem nasıl olur da ben Allah’a koştuğunuz ortaklardan korkarım. Allah’ın kesin delil (hüccet) indirmediği şeyleri ona ortak koşmaktan korkmazken! Öyleyse mütteki olmaya iki taraftan hangimiz layığız? Eğer İLMİNİZ varsa açıklayın dedi.” İbrahim§e Allah henüz “Mushaf” bile göndermemişti. İbrahim§in kendi kitabını oluşturma çabalarını elbette Allah duyuyordu. Gerçi duaları çok kişiseldi ve genellemeye çalışıyordu. Ancak yine de bir tatminsizlik vardı. Dualarıyla ilgili olarak kendi adını alan İbrahim suresi 35 ila 41 âyetlerden üslubunu öğrenebiliriz: “Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim bu şehri emniyeti kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. (36) Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunun sapmasına neden oldular.Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. (37) Ey Rabbimiz, ey sahibimiz dosdoğru ibadetleri için neslimden bir kısmını senin beyti hareminin yanında ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara eğilimli kıl ve meyvelerden bunlara rızk ver. Umulur ki, bu nimetlere şükrederler.(38) Ey Rabbimiz kuşkusuz sen, bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz.(39) Yaşlı halimde bana İsmail ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun. Kuşkusuz Rabbim duayı işitendir. (40) Ey Rabbimiz beni ve soyumdan gelecekleri, devamlı salat edenlerden kıl, Rabbena duamı kabul et. (41) Ey Rabbimiz Hesap olunacağı gün beni ana-babamı ve müminleri bağışla...” İbrahim§in görevi gereği yılda bir kaç ay (Haram aylarda) Mekke’ye Hacc için geldiğinde dualarının tevbe ve soyunun selametine atıf olduğunu özellikle (Bakara suresi 127’den itibaren) anlayabiliyoruz: “Bir zamanlar İbrahim İsmail ile Beytullah’ın temellerini yükseltirken
Ey rabbimiz bizden bunu kabul buyur, kuşkusuz işiten ve bilensin. (128) Ey
Rabbimiz, bizi sana boyun eğenlerden kıl, Neslimizden de sana itaat eden bir
ümmet çıkar. İbadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et. Zira
tevbeleri çokça kabul eden çok merhametli olan sensin (129) Ey Rabbimiz
onlara içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve
hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir resul gönder. Çünkü üstün
gelen herşeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.”diye SALAT ederdi.” Tevhid ibadeti olan tanıklık, kişisel bir rabıta ve İslam ile evlilik andıydı. Hacc, bireysel değil, genel bilişim, toplu dayanışma ibadetiydi. Zekât farizası insan eşitliğini kazançların eşitsizliği bozduğu için gerekliydi. Oruç yılın bir tek ayını kapsıyordu. Ama “Salat” tam gün vakitleri içinde sürekli bir disiplindi. Salat’ın biçimini oluşturmaya kalkıştığında artık işin içinden çıkamamış, pes etmişti! Çünkü hareketler vakitler belliydi ama herkes ağzına geleni dua diye okuyordu. Kimi İbrahim§ mevlasını, kimi kişisel bir arzusunu, mesela Leyla’sını kimi de birbirinin belâsını istiyordu! Bir kısmı şiirini ya da bestesini, bir kısmı da kendi inandığı yalanı, zannı, bedduasını dua niyetiyle okuyunca, keşmekeş içinde bunalan İbrahim§ Allah’a niyazda bulundu: “Ey Rabbimiz, bizi sana boyun eğenlerden kıl, Neslimizden de sana itaatkâr bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster. Tevbemizi kabul et. Zira tevbeleri çokça kabul eden çok merhametli olan sensin...” (Bakara-128) Bu duanın özellikle altı çizili bölümdeki çözümü Allah’tan geldi. İbrahim§ önce “Ne elçiydi ne de değildi” Allah arkadaşı İbrahim§i “Nebi” yaptı. Yukarıdaki dua ile “Resul”yaptı, yani 50 sayfalık mushaf=Kitap gönderdi. Bu mushafta ilk “Oku” sonra “Kalem ile yaz”ve daha sonra İslam’ın şu andaki 5 şartı ile yedi farza çıkarılmıştı. Namaz, İbrahim§in belirlediği gibi oluyordu. Ancak Allah’ın tek şartı, bu kitapta gönderilen “Allah sözlerinin” okunması “KIRAAT” farzı olarak belirlendi. Artık canı isteyen, İbrahim dualarını ya da Mevla-Leyla-Bela diye kendi seçimleri şiirleri, komik şarkıları okuyamayacaktı, Allah lafzı dışında her okunanın namazı bozacağı bildirilmişti. Namaz’ı İbrahim§ biçimlendirmişti, ama, artık bu gönderilen kitap ile (Vakit, kıraat, avret örtünmesi, Mekke’ye yönelme, niyet vb.bildiğimiz 12) farzların hadd ve sınırı Allah emri olmuştu. Böylece 50 sayfalık suhuf-mushaf gönderen Allah, Salat içindeki “Kıraat/okuma”farzı gereği sadece gönderdiği ilahi sayfalar içindeki Kelamullah’dan okumasını buyurdu. Bu yüzden tüm salat biçimleri içinde Kıraat açısından İmam Malik haklı çıkmıştır. Ona göre Kur’ an’da bulunmayan yani âyet olmayan tüm dualar (Sübhaneke, Et-Tahiyyat, Kunut duaları, Rabbena’lar, hatta Rabbena lekel Hamd vb.) namaz içinde okunmamalıdır. Gerçekten eğer okunursa namazınızın bozulacağını bilmeliyiz. Bunun şu imama, bu mezhebe göre içtihadı filan da yoktur. Bu dualar ne kadar güzel ve şiirsel olursa olsun, sonuçta Allah kelâmı değil kul kalemiyle yazılmıştır. Eğer tıpatıp harfiyen tek noktasına kadar Kur’an’da bulursanız, elbette âyettir. Yoksa bir harf ilavesiyle bile değildir. Bunları illa ki okumak isteyen, (ben gibi) selâm verip namaz dışına çıktıktan sonra niyaz faslında “âminli dua” niyetiyle okunabilirler. Allah’ın koyduğu “Kıraat” farzı, namaz içinde Kur’an vahyinden pasajların sure ve âyetlerin okunmasını emreder. Otomatikleşmiş alışkanlıklarımıza Hanif İbrahim§in en temel değerleri bile sorgulama söylem ve yaklaşımını örnek almalıyız. Hataların, ataların mirası olabileceğine bir örnek dünyada 2,5 milyar Budist olmasıdır. Tıpkı oğlu Hanif İbrahim§ babası müşrik Azer çelişkisinden kurtulamayız. Müşrikin, putperesetin, Allah’a bilerek ya da bilmeyerek bir şeyi (Hobby, para, aşk, biri, boş bilim vb.) abartması ve cehalet ile hamıklığı TAASSUB göstergesidir. Taassub kavramı âyetlerde “Şeytan tuzağı” bir saplantı ve kabilecilik-aşiret takıntısından kurtulamamak ve giderek Şeytan tuzağına düşüp kâfir kalmak demektir. Herşeyi en baştan sorgulamak, bilimin altın kuralıdır ve farzdır. Çünkü herşey en baştan yanlış olabilir. Örneğin çocuğunuza, torununuza namaz kıldıracaksınız. Bundan da içiniz çok rahat müsterih olabilir, iyilik yapmanın içkonforu olan mutluluk ile gözünüzden yaş bile gelebilir. Gidip alacağınız kitabın adı bellidir: “Namaz Hocası” İçiniz rahat ve huzurlu ama önce kitabın adı çifte yanlış. Bu yüzden başından beri namaza “Salat” demeyi yeğliyorum. Namaz Farsça “Nemadz ya da nomaz”dır. Türkler’in müslüman olduğu bölgeye Arapça değil, komşu Farsça hakimdi. Selçuklu döneminde Farsça tamamen devlet diliydi. Osmanlı’ya kadar bu kanaldan Farsça Türkçe’ye derinlemesine işlerken, hem Türkçeyi darbeledi hem de Osmanlıca’nın içini Farsça ile doldurdu. Mevlana Mesnevi’sinden başlayarak Cumhuriyet’e kadar dergâhların dili farsça ve yakın lehçesi Kürtçeydi. Farslara gelince, İranlılar, Arap fatihlerin kılıç korkusuyla zoraki Müslüman olmuşlardı. O dönem şahları “Kisra, Mecusi ya da Zerdüşt” halifesi anlamına gelmekteydi. Bu dinin biri iyi polis Hürmüz’ü diğeri kötü polis Şeytan Ehrimen’i çifte tanrı kabul etmektedir. Kisra Arap fatihlere yenilince, kentli Farslar müslümanlığa yöneldiler. Ama asla “İran, Fars milliyetçiliğinin bayrağı olan Zoroastra kalıntılarından kopamadılar. Sürekli İslam’da “İran farkı” peşindeydiler. Zaten bu yüzden, ilk İslami ihtilafta “Şii” alternatifini ihdas etmişlerdi. Bir kısmı ise İslam ile Zerdüştlüğü karıştırıp, Dürzi’liği kurmuşlardı. Arap fatihler İran’a geldiğinde Mecusi dindarları kırsal bölgelere sözde göçebeymiş gibi kaçarak yerleşik olmayan bir düzende gizlice ateşe tapınma âyinlerini sürdürdüler. Bugün bile bu sözde göçebelere Nomad ya da Nemaz (Son harf, d ile z arası okunur) denmektedir. “Ateşetapar” Mecusilerin tapınak tandırında ve sunak içinde yanan ve hiç söndürülmeyen kutsal ateşlerine secde etmelerine hâlen 2000 yılında bile “Nemaz” denmektedir. Zira Mecusilerin bir kısmı da doğrudan İran’ı terk ederek (Bombay ağırlıklı) Hindistan’a yerleşip, günümüzde bile Mecusiliği, şeytan Ehrimene secde anlamına gelen Nemaz törenini sürdürüyorlar. Günümüzde bile hiç bir Fars’ın dili Salat demeye bir türlü varmadığından “Namaz” sözcüğünü “Farsça’nın karakteristiği” olarak yuttururlar. Ne var ki, bu maksatlı “Nemaz” sözünü Farsça’dan etkilenen Türklere de kabul ettirdiler. İşte bu namaz hocasının üzerinde yazılı NAMAZ yanlışı... Gelelim
HOCA yanlışına: Onda da Zoroastra parmağı var. Farsça Hint- Avrupa dil
ailesinin Sanskritçe’den üyesidir. Dolayısıyla şimdi (Latince gibi) ölü
bu dilde, Farsça, en batıdaki diyalektidir. Örnek vermek gerekirse,
Sanskritçe, tanrı karşılığı “Ğodda” veya “Khodda”arası
okunmaktadır. Günümüz Hint diyalektlerinde, Ğoda, Goda ve kalın H (kh) ile
okunan Farsça Khoda, Kürtçe ise Hûda biçiminde kullanılır. (Arapça
ince H ile yazılan Hüda “Doğru yola ileten ile karıştırılmamalıdır.)
Hint ağızlarında ğoda-goda olan Tanrı, Avrupa dalını temsil eden, meselâ
Germen dillerinden İngilizcede God, Almanca’da Gott vb. bu ana dilden kalıntılardır.
Terminolojiden hoşlanan ya da etimolojiyi seven okurlar için bu söyleşi güzel
gelebilir. Öyleyse biraz daha devam edelim:
6
Eylül 2001
|